Küçük daireler, özgür bireyler, pratik hayat, teknolojik gelişim, iletişim imkanlarının arasında kapıda biriken beklemeler, çağrışımlar, yanılgılar, kalabalık, son mektuplar, maskeli görevliler, pişmanlıklar, eşyaların üzerinde toz tabakaları, halı üzerindeki naaş izleri, son olarak bir mukavva kutu içerisinde geride kalanlar için yola çıkan ve kuvvetle muhtemel kabul edilmeyecek olan eşyalar… Eşsiz bir eşleşmenin bezdiren tekrarının izlendiği aynalar ve insanlar…
“Aslında hepimiz yalnızız”. Öğrenilmiş çaresizlik mi, soğukkanlı kabullenmek mi, bilemediğimiz bir bilgi kırıntısı ile yaşıyoruz. Biriken gazetelerin hayat belirtisi olduğu, camların açık kalmasının ölümün kapıyı henüz çalmadığı manasına geldiği, selam vermenin tavsiye edildiği bir modern zaman distopyası adeta… Distopya olacak kadar korkutucu ve tarisiz, içinde olduğumuz gerçeği kadar acıtıcı…
ÖNEMLİ FESTİVALLERDE BOY GÖSTERDİ
Bu satırları bana yazdıran Ensar Altay’ın son filmi Kodokushi… TRT World yapımı olarak hayata geçirilen, Ensar Altay’ın belgesel filmografisinde ustalık eseri diyebileceğimiz film dünyanın birçok önemli festivalinde yarıştı. Japonya’da yaşanan yalnız ölümleri konu alan Kodokushi, ulusal prömiyerini 8. Boğaziçi Film Festivali’de yapmış ve uluslararası jüri özel ödülüne layık görüldü. Uluslararası prömiyerini ise 24. Uluslararası Şangay Film Festivali’nde yapan film, festivalin büyük ödülü Altın Kadeh’e aday gösterildi. Büyük prodüksiyonlu ve önemli isimlerin filmleriyle perdede boy gösterdi. Takdir topladı. Ben de yeni izleme imkanı buldum. Yazamadan edemedim.
ENSAR ALTAY’IN MODERN İNSAN İLE DERDİ NE!
Önceki filmi Meleklerin Koruyucusu’nda da ABD’de yaşayan ve ölmek üzere olan çocukları evlat edinen Muhammed Bzeek’i anlatan Ensar Altay, dünyanın batısında yaşanan insanlık trajedisinin içerisinde bir ışık tanesini anlatırken, Kodokushi’de ise daha sert bir bakış ile bu defa dünyanın doğusunda yaşanan insanlık trajedisi içerisinde izleyiciye mum yakılması gerektiğini ifade ediyor.
Kodokushi’nin hikayesinde 2 ana karakter var. Güzellik uzmanıyken yalnız ölüm ekibinde temizlik görevlisi olarak çalışan Norihito, karşılaştıkları sonrası geçmişiyle yüzleşir ve bazı hataları düzeltmeye çalışır. İhtiyar Muramatsu ise bir çeşit tecrit hayatı yaşarken yaklaşan Sakura Festivalini kendisi için umut ışığı olarak görür. Herkesin yalnız olduğu ve yalnız kalma fikri ile yetişkinlik süresince yaşamak zorunda olduğu toplumsal ortamda Norihito ve Muramatsu’nun hikayesinin nasıl sonlandığı çok da önem arz etmiyor. Zira esas mesele her iki karakteri de yüzleşmeye ve umutlu yalnızlığa iten şartlar…
Modern insanın yalnızlığı meselesi ilk kez beyazperdeye çıkmıyor elbette. Son da olmayacak. Ancak nasıl yapıldığı meselesi her filmi özgün kılan, benzer konulu yapımları birbirinden ayıran unsurdur. Kodokushi, nasıl sorusuna verdiği cevaplar ile usta işi bir tablo ortaya koyuyor. Kendinden emin, riskli alanlarda ısrarcı, minimalizmin sınırlarının farkında ve yine minimalizmin anlatım avantajlarının bilincinde olarak tutarlı bir dil ile filmini var ediyor. Eşyaların, ölünün ruhunu taşıdığı kabulüne binaen filmin temel görsel vurgu alanlarından biri eşyalar… Modern yaşamın dayattığı hız ve bunun getirdiği kalabalık içindekli yalnızlığa inat, dingin, sakin ritmi ile kontrast oluşturan film,durup düşünmesi, yavaşlaması, biraz daha dinlemesi gereken insanoğluna çok şey söylüyor.
SİNEMA NE İŞE YARIYORSA BU FİLM DE ONU YAPIYOR
Bir filmin, sadece bir film olamayacağı hakikatinden hareketle, izleyene derin duygular ve anlamlar iletmesi gerekiyor. Kodokushi, yöntemi ve yönetmenlik mahareti itibariyle bunu fazlasıyla yapıyor. Her türlü görseli hızlandırarak izlemeye alışmış zamane insanı için zor olsa da tam da bu zorlanma ile gelen bir ferahlama sağlıyor.
Hayatı uzatan fekat ölümü hızlandıran modern yaşam modelinin, insanın kalabalıklar içerisinde yalnız bırakarak kendisini var ettiğini anlamak için yalnız ölüm sarmalına dahil olmaya gerek var mı? Her yandan sorun başlıkları açılan kent hayatında silkelenip kendimize gelebilmemiz için yapmamız gereken tek şey ailemize dönmek. Aileye dönmek, insanın kendisine dönmesi demek. Sadece bayramlarda aranan, arası sıra yanına gidilen ihtiyarların varlığı yalnız ölüm adayı olarak bizlerin zaruretiyken diğer yandan da yalnız ölme korkusuyla yaşayan ihtiyarların son zamanlarında yaslanacak bir omuz beklentisini resmediyor.
Hiçbirimiz, asfalta basınca incinen takunyalardan daha hassas olamayız. Ya da insan böyle olmalı.
Herkes birilerini bekliyor. Beklemenin bekleyenden beklentisi bekledikçe belirginleşiyor. Beklenenin bekleyene bakiyesi bekledikçe netleşiyor.
İki günü birbirine denk olanın ziyanda olması (Hadis-i Şerif) meselesi tam da bu çağın insanına ikaz oluyor. Bütün bu koşturmaca ve yetişememe içerisinde hep aynı ulaşılamazlığı diri tutarken, esasında herkes tek tip bir hayatı ve yalnızlığı miras alıyor. Bu bayrak yarışında kazanmak, kaybetmek oluyor.